Dünden Bugüne TRT (1.Kısım)
Yavuz Bülent Bakiler/30 Ekim 2010/Türkiye Gazetesi
Hürriyet’te Tufan TÜRENÇ, 27 Ekim günlü yazısında TRT’deki yeni kadrolaşmayı ele almış: Galiba arı kovanına fena çomak soktuk başlıklı yazısında, Türenç’in iddiaları şöyle:
1- “TRT’de yeni bir kadrolaşma var.
2- İktidarı destekleyen köşe yazarlarına programlar yaptırılıyor ve o kişilere yüksek paralar ödeniyor.
3- TRT iktidarın sesi haline getiriliyor.
4- Bu bakımdan Ankara Cumhuriyet Savcılığı, TRT yöneticileri hakkında soruşturma açmıştır.
5- Yüksek Seçim Kurulu da, TRT’nin, diğer radyo ve televizyonlara örnek olması uyarısında bulunmuştur.”
Ben, TRT Kurumunda tam altı yıl çalıştığım için, onun yapısını çok iyi biliyorum. TRT, bir zamanlar komünizmin ve CHP’nin örtülü sesi haline getirilmişti. Şimdi birtakım kişiler, kurumun o çizgiden kıl kadar sapmasına bile tahammül edemiyorlar. Bizzat benim başımdan geçen olayları yazdığımda, dünkü TRT’nin, zaman zaman hangi çukurlarda olduğu daha iyi anlaşılacaktır:
1964 yılında, Basın-Yayın Kurumunun eski genel müdürlerinden şair Gültekin Samanoğlu’nun yardımıyla, Ankara Radyosu Merkez Program Daire Başkanlığına raportör olarak girdim. Beni kuruma Turgut Özakman aldı. Şu Çılgın Türkler’in yazarı Özakman, o zaman Merkez Program Dairesi Başkanı idi. Gördüğüm kadarıyla, kendisi de Çılgın Türkler’den biriydi. Masama oturduğum gün, bana, masal saatinde okunmak için yazılmış bir deste kağıt uzattı:
“-Bu masalları dikkatle oku! İçlerinde Allah kelimesi geçmesin!” dedi. Okudum. Hiçbir masalda Allah kelimesi geçmiyordu. Götürüp o çocuk masallarını kendisine uzattım:
-Hiçbirinde Allah kelimesi geçmiyor efendim! dedim.
Kuruma girişimden tam bir hafta sonra, Özakman beni odasına çağırdı. Yanında Gültekin Samanoğlu da vardı. Söze Özakman başladı:
-Bülent dedi bir haftadan beri telefonlarım durmuyor. Senin, Adalet Partisinde basın sözcülüğü yaptığını iddia ediyorlar doğru mu bu?
-Size bu iddialarla telefon açanlara deyin ki: Bu adamın AP’de basın sözcülüğü yapmasına lüzum yok. AP tarafından yapılan bir basın toplantısında bir-iki saniye bulunduğunu, hatta o toplantı salonuna dışarıdan başını bir defacık uzatıp çektiğini ispat edin; biz de kendisini derhal kapının önüne koyalım! diye teminat verin. Göreceksiniz ki bu alçak, bu namussuz, bu rezil adamlar, ağızlarını açamayacaklardır. Ben, ömrümde AP tarafından hazırlanan bir basın toplantısında, dinleyici olarak bir-iki saniye bile bulunmadım.
-Sana inanıyorum Yavuz Bülent. Yani sen CHP’de de basın sözcülüğü yapmış olsaydın, sana yine aynı soruları soracaktım. İllallah bu partilerden!
Turgut Özakman’la, Radyo Evinde birlikte çalışıyorduk. Bu görüşmenin üzerinden kısa bir süre geçti. Bir gün genel müdürlük binasında Nedim Tekin’le karşılaştık. Tekin, benim eski arkadaşlarımdandı.
-Hayrola Nedim? Ne arıyorsun buralarda? diye sordum.
-Ben TRT kurumunda, Yorum Müdürlüğünde çalışıyorum.
-Yahu Nedim sen bir zamanlar CHP’de Gençlik Kolları Genel Başkanı değil miydin? Sonra CHP’de Basın sözcüsü olarak çalışmadın mı?
-Doğru! Doğru! Neden soruyorsun?
-Turgut Özakman beni AP’de basın sözcülüğü yaptığım iddiasıyla sigaya çekmişti de ondan! Gidip söyleyeyim mi kendisine?
-Git söyle Bülent. Bu senin çok tabii hakkındır! Özakman’a Nedim Tekin örneğini söylemedim. Sonra gördüm ki, Turgut Özakman’ın benden sonra Ankara Radyosuna aldığı yeni elemanlar, pırıl pırıl, tertemiz, su katılmamış 24 ayar komünist kişilerdir. Stalin’i, Stalin’in kızı Sivetlana’dan daha çok sevdiklerine bizzat şahit oldum. Sivetlana’nın! Babam zalim bir kimseydi diye yazmasına tahammül edememişler. Radyo koridorlarında Sivetlana’ya günlerce sövüp durmuşlardı. Bir zamanların Radyosu öyle bir Radyo idi...
Dünden Bugüne TRT (2.Kısım)
Yavuz Bülent Bakiler/31 Ekim 2010/Türkiye Gazetesi
Turgut Özakman, benim AP’de basın sözcülüğü yapmadığıma inanmıştı. Fakat o konuşmadan, bir başka büyük suçum ortaya çıkmıştı: Ona, CHP’li olmadığımı, AP kadrolarında çok yakın dostlarımın ağabeylerimin bulunduğunu söylemiştim. Bu hal, 1964 yılının TRT yetkililerini, çıldırtacak ölçüde büyük bir suçtu. Onun için, Özakman da, beni derhal uzun dalga yayınlarından çekerek Yurt Dışı Yayınlarına kaydırdı. Kısa dalga yayınları Türkiye’den rahatlıkla dinlenmiyordu. Kısa Dalga yayınlarında daire müdiremiz Nurten Görün isimli, çok samimi bir Marksistti.
Aynı odada oturduğum kişiler, her gün benim yanımda, yüksek sesle konuşuyorlardı:
-Yahu! Allahın insanı çarpacağını söyleyenler var. Allah insanı boynuzuyla mı, tekmesiyle mi, kuyruğuyla mı çarpar? Sonra hep beraber böğüre böğüre gülüyorlardı. Onlara dedim ki:
-Allah sizi öyle bir çarpmış ki haberiniz yok! Önce sizden terbiyeyi, ciddiyeti, aklı, mantığı, insafı, idraki... söküp almış. Allah sizi daha nasıl çarpsın?
Turgut Özakman’a gidip dedim ki: O iz’ansız, imansız, adamların odasından beni lütfen alın! Benim onlarla bir arada oturmam mümkün değil.
-Seni Ayhan Önşakar’ın yanına vereyim. Yalnız o da Yehova Şahididir. Efendi adamdır!
Yehova Şahidi Ayhan Önşakar gerçekten efendi adamdı. Aramızda, katiyyen bir çekişme olmadı. O ara öğrendim ki, Kısa Dalga yayınlarında yani yurt dışındaki işçilerimize ve soydaşlarımıza yönelik yayınlarda Din ve Ahlâk programlarını hazırlayan kişi, dinsiz ve Allahsız bir delikanlıdır. Bir gün, benim masama Lütfi Doğan geldi. Lütfi Doğan, Diyanet İşleri Başkanıydı, daha sonra CHP milletvekili seçildi ve Devlet Bakanı olarak hizmet verdi.
Kendisine dedim ki: Siz uzun dalga yayınlarında Din ve Ahlak programlarında konuşuyorsunuz. Bu hizmeti, Kısa Dalga yayınlarında yürüten kişi, dinsiz ve Allahsız biridir. Haberiniz olsun. Lütfi Doğan itiraz etti.
-Olamaz! dedi mümkün değildir!
-Müsaade ederseniz onu buraya çağırayım. Kendisini “Ben dinsiz ve Allahsız falan!” diye takdim ediyor. O kişiyi Lütfi Doğan’ın yanına çağırdım:
-Kendini Lütfi Beye tanıtır mısın? dedim.
-Ben dinsiz ve Allahsız falanım! dedi.
-Radyoda ne iş yapıyorsunuz?
-Kısa Dalga yayınlarında din ve ahlak programını hazırlıyorum!
Araya girerek: “Tamam” dedim. “Benim vazifem bitti. Artık siz konuşabilirsiniz!”
Ben de Kısa Dalga Yayınlarında Posta Kutusu programını hazırlıyordum. Bir gün Almanya’daki işçilerimizden bir mektup geldi. İşçimiz diyordu ki: “Burada, arkadaşlar arasında büyük bir münakaşa başladı. Bazı arkadaşlarımız diyorlar ki, bir zamanlar Rusya da, ABD’den külliyetli miktarda yardım aldı. Bu iddiaya şiddetle itiraz eden arkadaşlarımız da oldu. Bizi aydınlatır mısınız?
Oturup o işçi mektubuna uzun bir cevap yazdım. 1945 yılında Stalin’le Roosevelt’in Yalta’da buluştuklarını, Rusya’nın Amerika’dan, hem külliyetli miktarda para yardımı aldığını, hem de bir devleti yeniden kuracak kadar ayni yardım gördüklerini açıkladım. Metni okuyan daire başkanı beyninden vurulmuşa döndü:
-Sen bu açıklamalarınla Sovyet devrimini küçümsüyorsun. Bu program, devletimizin dış siyasetine de aykırıdır. Yayınlanamaz! dedi. Israr ettim. Program metnini Turgut Özakman’a havale etti. Özakman “Kaynak gösterilmek şartıyla yayınlanabilir” diyordu. Kaynak kitaplarını getirdim. Program kerhen yayınlandı. Ama o programdan sonra, Turgut Özakman ve Nurten Görün, bana hiçbir vazife vermediler. Sadece, yurt dışından gelen mektupların zarflarını açmakla beni vazifelendirdiler. Bu zulüm tam 2.5 yıl devam etti. Sonunda, ben de TRT’den istifa etmek zorunda kaldım. Bir zamanların TRT’si, işte öyle bir özerk kuruluştu. Bitti mi? Biter mi hiç?..
Aynı odada oturduğum kişiler, her gün benim yanımda, yüksek sesle konuşuyorlardı:
-Yahu! Allahın insanı çarpacağını söyleyenler var. Allah insanı boynuzuyla mı, tekmesiyle mi, kuyruğuyla mı çarpar? Sonra hep beraber böğüre böğüre gülüyorlardı. Onlara dedim ki:
-Allah sizi öyle bir çarpmış ki haberiniz yok! Önce sizden terbiyeyi, ciddiyeti, aklı, mantığı, insafı, idraki... söküp almış. Allah sizi daha nasıl çarpsın?
Turgut Özakman’a gidip dedim ki: O iz’ansız, imansız, adamların odasından beni lütfen alın! Benim onlarla bir arada oturmam mümkün değil.
-Seni Ayhan Önşakar’ın yanına vereyim. Yalnız o da Yehova Şahididir. Efendi adamdır!
Yehova Şahidi Ayhan Önşakar gerçekten efendi adamdı. Aramızda, katiyyen bir çekişme olmadı. O ara öğrendim ki, Kısa Dalga yayınlarında yani yurt dışındaki işçilerimize ve soydaşlarımıza yönelik yayınlarda Din ve Ahlâk programlarını hazırlayan kişi, dinsiz ve Allahsız bir delikanlıdır. Bir gün, benim masama Lütfi Doğan geldi. Lütfi Doğan, Diyanet İşleri Başkanıydı, daha sonra CHP milletvekili seçildi ve Devlet Bakanı olarak hizmet verdi.
Kendisine dedim ki: Siz uzun dalga yayınlarında Din ve Ahlak programlarında konuşuyorsunuz. Bu hizmeti, Kısa Dalga yayınlarında yürüten kişi, dinsiz ve Allahsız biridir. Haberiniz olsun. Lütfi Doğan itiraz etti.
-Olamaz! dedi mümkün değildir!
-Müsaade ederseniz onu buraya çağırayım. Kendisini “Ben dinsiz ve Allahsız falan!” diye takdim ediyor. O kişiyi Lütfi Doğan’ın yanına çağırdım:
-Kendini Lütfi Beye tanıtır mısın? dedim.
-Ben dinsiz ve Allahsız falanım! dedi.
-Radyoda ne iş yapıyorsunuz?
-Kısa Dalga yayınlarında din ve ahlak programını hazırlıyorum!
Araya girerek: “Tamam” dedim. “Benim vazifem bitti. Artık siz konuşabilirsiniz!”
Ben de Kısa Dalga Yayınlarında Posta Kutusu programını hazırlıyordum. Bir gün Almanya’daki işçilerimizden bir mektup geldi. İşçimiz diyordu ki: “Burada, arkadaşlar arasında büyük bir münakaşa başladı. Bazı arkadaşlarımız diyorlar ki, bir zamanlar Rusya da, ABD’den külliyetli miktarda yardım aldı. Bu iddiaya şiddetle itiraz eden arkadaşlarımız da oldu. Bizi aydınlatır mısınız?
Oturup o işçi mektubuna uzun bir cevap yazdım. 1945 yılında Stalin’le Roosevelt’in Yalta’da buluştuklarını, Rusya’nın Amerika’dan, hem külliyetli miktarda para yardımı aldığını, hem de bir devleti yeniden kuracak kadar ayni yardım gördüklerini açıkladım. Metni okuyan daire başkanı beyninden vurulmuşa döndü:
-Sen bu açıklamalarınla Sovyet devrimini küçümsüyorsun. Bu program, devletimizin dış siyasetine de aykırıdır. Yayınlanamaz! dedi. Israr ettim. Program metnini Turgut Özakman’a havale etti. Özakman “Kaynak gösterilmek şartıyla yayınlanabilir” diyordu. Kaynak kitaplarını getirdim. Program kerhen yayınlandı. Ama o programdan sonra, Turgut Özakman ve Nurten Görün, bana hiçbir vazife vermediler. Sadece, yurt dışından gelen mektupların zarflarını açmakla beni vazifelendirdiler. Bu zulüm tam 2.5 yıl devam etti. Sonunda, ben de TRT’den istifa etmek zorunda kaldım. Bir zamanların TRT’si, işte öyle bir özerk kuruluştu. Bitti mi? Biter mi hiç?..